Estağfurullah

16.6.2017

Platon’un, bilginin kaynağı üzerine kendinden önceki bütün fikirleri tek bir örnekle sorgulamayı başardığı “Mağara” örneği, kendisinin kurguladığı “İdealar Dünyası” kuramını en iyi özetleyen örnek olarak kabul görür. Bu öyle bir örnektir ki kendinden yüzyıllar sonra yaşamış düşünürleri bile etkilemiş, idealizmin temelini oluşturmuştur. Ahlak felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in öğrencisidir Platon. (Arapça’da “P” harfi olmadığı için “Eflatun” olarak da bilinir Platon.)

Öte yandan, Milattan Önce 399 yılında açılan davada, “Sokrates’in Savunması” adlı eserde anlatıldığı kadarıyla Sokrat, şehrin tanrılarına inanmamak onların yerine başka tanrılar koymak ve böylece gençliği zehirlemekle suçlanır. Sokrates bu suçlamalar sonucunda ölüme mahkûm edilir. Sokrat’ın savunmasını daha sonra öğrencisi Platon kaleme almıştır.

 

 

Yaşamı ve düşünceleri ile ilgili bilgiler, Sokrat’ın ölümünden on beş yıl sonra dünyaya gelen Aristoteles’in dolaylı anlatımlarıyla günümüze ulaşmıştır.
Sokrates, kendisini ölüme mahkûm edenlerden yani her şeyi bildiğini sananlardan farklı olarak, bilmediğini bilir; tam da bu noktada o kişilerden daha bilge olmaktadır. Sokrates kendi cehaletinin farkında olmak gibi bir bilgeliğe sahiptir. Yani Sokrates kendini bilmekte ve kendini tanımaktadır.
Kendisini ölüme mahkûm edenlere, “Ölümümden hemen sonra siz, bana lâyık gördüğünüzden çok daha şiddetli bir cezaya çarptırılacaksınız. Çünkü siz, bana bu cezayı, kendi hayatınızın hesabını vermekten kurtulacağınızı sandığınız için verdiniz. Sizi temin ederim ki, başınıza, bunun tam karşıtı gelecektir, hayat da sizi yok oluşa mahkûm etti.” diyebilecek kadar çağdaşları arasında bilginin zirvesine ulaşmıştır.

 

 

Sokrates’in ruhunu yaşatmak, Platon için, Sokrates’in yaptığı tarzda felsefe yapmak anlamına gelmektedir. Platon, Sokrates öldüğünde otuz bir yaşındadır. Sokrates öldükten sonra Milattan Önce 4. yüzyılın ilk yarısında Atina’nın ünlü okulu olan ve bugünkü modern üniversitenin ilk örneği sayılabilecek Akademia Okulu’nu kurmuştur ve eserlerini orada yazmıştır. Lakin Platon’un da akıbeti, hocasından farklı olmamış, Atina’yı terk ederek ölüme hüküm giymekten kurtulabilmiştir.
“Mağara” örneğine gelince; insan denen yaratık, eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşünülür. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatır Platon: Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar, önce boydan boya ışığa açılan bir giriş; insanlar çocukluklarından beri ayaklarından, boyunlarından zincire vurulmuş, bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor, ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki, kafalarını bile oynatamıyorlar.
Tıpkı bizler gibi!

Bu durumdaki insanlar kendilerini ve yanlarındakini nasıl görürler. Ancak, arkalarındaki ışığın aydınlığıyla mağara duvarına vuran gölgelerle, değil mi?
Şimdi bu adamlar aralarında konuşacak olurlarsa, gölgelere verdikleri adlarla gerçek nesneleri anlattıklarını sanırlar.
Bu zindanın içinde sesler de yankılanır ve mağaranın önünden geçenlerden her biri konuştukça, zincire vurulmuş olanlar bu sesi karşılarında oynayan gölgenin sesi sanırlar.
Mağarada yaşayanların gözünde gerçek, gölgelerden başka bir şey olamaz ister istemez.
Bir de şöyle varsayalım:

Bu adamlardan birini zincirlerinden çözüp dışarıya çıkaralım, tüm gerçekliği gözleri kamaşarak görür.

Yeniden mağaraya dönüp eski yerini aldığında; karanlıklara dayanabilir mi? Zor…
Yeniden bu karanlıklar içinde düşünmek, zincirlerine bağlı olanlarla gördükleri üzerinde tartışmak zorunda kalsa, bu gölgelerin gerçek olmadığını savunsa, gerçeği göremeyenler ne der ona?

Dışarıya, boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup dönmüş demezler mi?

Bu adam onları çözmeye, dışarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse, öldürmezler mi onu?
Tarih boyunca asla şaşmamış, hep öldürmüşler onu, Sokrat gibi, İsa gibi, İmamı Azam, Hallacı Mansur, Piri Reis ve daha birçokları gibi…

*

Lâkin 22 Haziran 1633 günü, Romalılar, tarihin en önemli anlarından birine tanık oluyordu. Engizisyon mahkemesinde yargılanan Galileo Galilei’nin son sözleri ne olacaktı?

Ünlü bilgin acaba düşüncelerinde direnecek miydi, yoksa “dışarıya boşu boşuna çıkmış, üstelik de gözlerini bozup” mu dönmüştür?

Yüzlerce izleyici ve mahkeme sıralarını dolduran onlarca din adamının ortasında, kendisini tarihle hesaplaşmak üzere bir av gibi hisseden Galilei’nin ağzından şu sözler dökülür: “Ben, ‘Güneş evrenin merkezindedir’ dediğim için yargılanıyorum ve bu tür aykırı görüşleri nefretle kınıyorum, lanetliyorum. Aynı zamanda Kutsal Katolik Kilisesi’ne yapılan tüm yanlışları da…”
Bunları söylemek zorunda kalan 69 yaşındaki bilim adamı, kendisi gibi Güneş’i merkez kabul eden görüşü savunanlardan Giordano Bruno’nun kazığa bağlanıp yakılmasından sonra, pek kahramanca davrandığı söylenemez. Ama yine de, bugün “Engizisyon” denilince akla “Galileo Gallilei’nin duruşması” gelir.
* * *
Demek istediğimiz, Sevgili Feyzullah Aktan üstadımızın dediği gibi;
“Ne yazık ki diyelim; bizde ‘Estağfurullah’ demek yoktur. Bir şey oldu mu biz atılırız, ‘Estağfurullah bu benim haddim değildir’, bunu en iyi ‘Giordano Bruno …’ bilir demek yerine biz her şeyi yaparız, her şeyi biliriz, bu çok kötü bir şey, bugün gördüğümüz Türkiye bu noktaya gelmişse bu yüzden gelmiştir.”

Bize göre, Feyzullah Aktan’ın yanı sıra, yaşayan diğer bir bilge kişi de Hüseyin Erkan öğretmenimizdir:

“Bilge” anlamına da gelen “filozof” kelimesi, Yunanca philei ve sophia kelimelerinden türemiştir. Bu kelime önceleri “bilgi ve bilgelik dostu” sonraları ise “bilgiye can veren, onu sorgulayan” anlamında kullanılmıştır. Bunun ilk şartı da bireyin “bilgisizliğinin bilincinde” olmasıdır.
Sokrat’ın “kendini tanı” demesinin başlıca sebebi; her bireyin “doğuştan iyi olduğu” gerçeğindendir. İşte, Sokrat’ın ahlak felsefesi de buna denk gelmektedir.

Test

Form Gönderimi

Tamam

© Ahmet Eler 2017 | Tüm Hakları Saklıdır.
Web Tasarım Teknobay.